Çalış Ağabey ile Hayata Dönüş…
1997 senesi 4 Temmuz’unda askerlik görevim sona ermişti. Arkadaşların isteği üzerine bir gün Öğretmen Evi’nde kalmış ve askerlik süresince yapamadığımız bir takım faaliyet zincirini gerçekleştirerek o günün tadını çıkarmıştım! O günün akşamı odada günlüğüme ilk yazdığım şey, Louis Aragon’un meşhur şiiriydi:“Hey Özgürlük!..”
Oğuz Babaçoğlu Yazdı
Göl kenarının çeşitli yerlerine pusu atmıştık. O güne kadar bekte hiç domuz vurmamıştım. Bek avı benim ruhuma uygun bir av değildi. Nasıl yapıldığını da bilmiyordum. Belki de bilmediğim için yapamıyor, bu yüzden de domuz avından zevk alamıyordum! Bekle bekle, bir tane domuz gelmedi. Çalış Ağabey, “Bunlar galiba içmeye gittiler. Hadi biz de içmeye gidelim” dedi! Çandarlı’da bir bar işletiyordu; ‘Hamam Bar’… O gece sabahın ilk ışıklarını görünceye kadar kumsalda muhabbet ettik. Çalış Ağabey’in kendine göre anlattığı komik hikayeler, bizleri kahkahaya boğmuş, unutulmaz bir gece yaşatmıştı. Ertesi gün saat kaçta kalktığımı hatırlamıyorum! Ne var ki, hani derler ya ‘kır atın yanında bulunan ya huyundan ya suyundan…’ Çalış Ağabey ile takılalı; dert düşünmeyi bir kenara bırakmış, anı yaşamayı, kendin dahil her şeyle dalga geçmeyi, bulunduğum ortamı neşeli kılmayı öğrenmiştim.
– Sana verdiğim zimmet kağıdını Yanal Üsteğmen’e ve Hakan Astsubay’a imzalattın mı?
– Yanal Üsteğmenim imzalamıyor komutanım. Bana güvenmediğini, bir kamyon dolusu malzemenin boşaltılıp sayım yapılacağını söyledi. Oradaki malzemeleri tek tek saymak ve tutanağa geçmek en az iki gün sürer. Askerliğim boyunca bana hep gıcıklık yaptı; askerliğim bitmiş, hâlâ yapmaya devam ediyor! Bana güvenmiyormuş. Lafa bak!.. Tek vukuatı olmayan adama, hırsız muamelesi yapıyor. Zimmet tutanağını iki kilometre birliğe kadar yürüyüp imzalatamadan döndüm ya, aklı sıra bana eziyet çektirdiği için zevk alıyor. Ne kadar basit bir insan!…
– Bu imzayı almamız şart.
– Komutanım, şimdi ben yarın terhis olamıyor muyum yani?
Uğur Başçavuşum soruyordu: “Sana verdiğim zimmet kağıdını Yanal Üsteğmen’e ve Hakan Astsubay’a imzalattın mı?” Yanıtlıyordum: “Yanal Üsteğmenim imzalamıyor komutanım. Askerliğim boyunca bana hep gıcıklık yaptı; askerliğim bitmiş, hâlâ yapmaya devam ediyor! Komutanım, şimdi ben yarın terhis olamıyor muyum yani?”
Yarın senin burada yiyeceğin bir kap bile yemek olmayacak!
Komutan telefonu eline alarak sözlerine devam etti…
– Oğlum, hiç olur mu öyle şey?! Çocuk gibi şımarıklık yapıyor. Yarın yemekhaneye göndereceğim, yemek listesinden seni düşeceğim. Yarın senin burada yiyeceğim bir kap yemek bile yok!
(Dedi ve asık bir suratla tek gözünü kırptı… Sonrasında telefon görüşmesine başladı…)
– Komutanım; Oğuz Babaçoğlu yanımda, zimmet tutanağını imzalamamışsınız. Hayırdır komutanım, bir sorun mu var?
(Uzun bir aradan sonra…)
– Komutanım, ben bunu yarın terhis etmek durumundayım, yazıyı da birazdan göndermem gerekiyor. Yoksa sıkıntı olacak, yine de siz bir düşünün…
(Kısa bir aradan sonra…)
– Emredersiniz komutanım.
Telefonu kapattı. Sonra bana gülümseyerek konuştu;
– Postaya söyle, yukarı gidecek evrakları alıp götürsün. Benim ciple gidin. Tezkeren hayırlı uğurlu olsun…
Bir topuk selamından sonra, Bölük Astsubayı Uğur Başçavuşun elini öpmek istedim, engel oldu. Sarıldı ve tebrik edip hayırlı yolculuklar diledi. 1997 senesi 4 Temmuz’unda askerlik görevim sona ermişti. Denizli 11. Piyade Tugayı Nizamiyesi’nden çıkış yapmıştım. Arkadaşların isteği üzerine bir gün Öğretmen Evi’nde kalmış ve askerlik süresince yapamadığımız bir takım faaliyet zincirini gerçekleştirerek o günün tadını çıkarmıştım! O günün akşamı odada günlüğüme ilk yazdığım şey, Louis Aragon’un meşhur şiiriydi: “Hey Özgürlük!..”
Ruhum, oradaki kurallarla kavga halindeydi. Biraz da komutanlar açısından şanssız bir bölükteydim. Bunları söylerken, iyi komutanlarımızın hakkını da yemek istemem. Cüneyt Tural Üsteğmenim’in, Ayhan Yücel Tanıtmış Astsubayım’ın, Yüksel Astsubayım’ın ardından ölüme koşardım. Ancak diğerleri için aynı şeyleri söyleyemem.
Eğriye eğri doğruya doğru dedim ve bazı kuralları ihlal ettim!
Burada, binlerce yıllık şanlı bir tarihi olan Türk Ordusu’nu ‘içinden iki tane çürük elma çıktı’ diye karalayacak değilim. Lakin diyalogtan da anlaşılacağı üzere, oldukça problemli bir askerlik süreci yaşamıştım. Bir uyum sorunum olduğu kesindi. Üstüne üstlük belli komutanlarla sürekli çatışma yaşamam, yanlışlar karşısında susmayıp gereken cevapları vermem, eğriye eğri doğruya doğru demem, askerliğin ruhuna ait olan ‘kayıtsız şartsız kabul’ ilkesini ihlâl ediyordu.
Ruhum, oradaki kurallarla kavga halindeydi. Biraz da komutanlar açısından şanssız bir bölükteydim. Bunları söylerken, iyi komutanlarımızın hakkını da yemek istemem. Örneğin Cüneyt Tural Üsteğmenim’in, Ayhan Yücel Tanıtmış Astsubayım’ın, Yüksel Astsubayım’ın ardından ölüme bile koşardım. Ancak diğerleri için aynı şeyleri söyleyemem. Askerlik çoğu kişiye göre çok iyi bir şey olabilir, ama kesinlikle bana göre değildi.
Askere gitmeden önce seksen altı kiloydum. Askerlik dönüşü altmış yedi kiloya kadar düşmüştüm. Bir iştahsızlık sorunu yaşıyordum, dal gibi kalmıştım. Hayattan zevk almıyordum. Benliğim sürekli bir kavga halinde dünyayı, haksızlıkları, eşitsizlikleri ve kötülükleri sorguluyor; uzun yaz gecelerinde beni uykusuz bırakıyordu. Yapmak istediğim iki şey vardı; Biri balığa gitmek, diğeri ava gitmek… Av kapalı olduğu için sadece balık seçeneği vardı. Lakin teknenin de motoru arızalı olduğu için tamir ettirmek gerekiyor, onunla uğraşmak hiç içimden gelmiyordu. Gecelerim uyanık, gündüzlerim uykuyla geçiyordu.
Askere gitmeden önce seksen altı kiloydum. Askerlik dönüşü altmış yedi kiloya kadar düşmüştüm. Bir iştahsızlık sorunu yaşıyordum, dal gibi kalmıştım. Hayattan zevk almıyordum. Benliğim sürekli bir kavga halinde dünyayı, haksızlıkları, eşitsizlikleri ve kötülükleri sorguluyor; uzun yaz gecelerinde beni uykusuz bırakıyordu.
Geceleri sabaha kadar oturuyor, gündüzleri akşama kadar uyuyordum
Nereden geldiğini hatırlamadığım bir kedi yavrusu vardı, tekirdi. İsim bulmak için birçok sözcüğü denemiş olmamıza rağmen, uzun süre bir şey bulamamıştık. Zamanla dikkatimi çeken şuydu; Bu kedi gerek kendi etrafında gerekse yuvarlanma şeklinde dönerek oynamayı çok seviyordu. O zamanlar çok meşhur olan Yılmaz Erdoğan’ın ‘Bir Demet Tiyatro’ adlı oyununda, Mükremin’in kankası Tirbuşon aklıma geldi ve kedinin adı bu mahareti sebebiyle Tirbuşon kaldı.
Zaman zaman küçük çekirgeleri, peygamber develerini, hamam böceklerini yakalayıp getirdiğine şahit olduk. Avcı bir kedi olduğu belliydi. Bir gün başparmağımın altına tırnağıyla derin bir çizik attı, hâlâ o çiziği gördükçe onu ve geçirdiğimiz o yazı hatırlarım. Çarşıda dayıoğlum Mehmet ile karşılaştım. Askerden yeni döndüğüm için ‘hayırlı uğurlu olsun’ dedi. Biz Mehmet ile karşılaştığımızda, birbirimize hep balık raporlarını verirdik. Ne yakaladık, nerede yakaladık, nasıl yakaladık… Bu ve benzeri sohbetleri paylaşırdık. Mehmet’in söylediğine göre, güzel ‘ıskaterialar’ çıkıyormuş. Her gittiklerinde yarım kiloluk veya kiloluk ıskaterialar yakalıyorlarmış. Gopez’in gelişinden kısa bir süre sonra ıskaterianın geldiğine dikkat çekti.
Üzerimde sanki ağır bir yük vardı. Yerimden kalkmak bile istemiyordum. Gündüzleri hep uyuyordum ve bu durum hiç hoşuma gitmiyordu. Günlerden bir gün teyzeoğlum Tolga ve teyzekızım Özlem çıkageldiler. Bol bol sohbet ettik. Akşamüstü Tolga, “Ben sahile gidiyorum, gelecek misiniz?” diye sordu. Yerimden bile kalkmadan, “Sen git. Ben yorgunum” dedim.
Bir saat sonra tekrar geldi; “Oğuz, domuz bekine gidiyoruz, gelecek misin?” dedi. Şaşırdım… Hem şaşırdım hem çarpıldım! Yorgunluk, uyku hiçbir şey kalmadı. Nasıl kalktığımı hatırlamıyorum. Babamın Çandarlı’da duran ‘çiftsan süperpozesi’ni aldım, ayakkabılarımı giydim ama domuz kurşunum yoktu. Tolga, “Çalış Ağabey’den alırız” dedi.
Yapmak istediğim iki şey vardı; Biri balığa gitmek, diğeri ava gitmek… Av kapalı olduğu için sadece balık seçeneği vardı. Lakin teknenin de motoru arızalı olduğu için tamir ettirmek gerekiyor, onunla uğraşmak hiç içimden gelmiyordu. Gecelerim uyanık, gündüzlerim uykuyla geçiyordu.
Çalış Ağabey esprisi bol, stresi olmayan, her zaman gülümseyen bir yaşam ustasıydı
Çalış Ağabey, çocukluğumuzdan beri tanıdığımız ressam bir büyüğümüzdü. Lakin karşıdan karşıya ‘merhaba’ dediğim ama o zamana kadar çok da samimi olmadığım bir ağabeyimizdi. Hiçbir şeyi stres yapıp kafasına takmayan, çok neşeli, esprisi bol bir yaşam ustasıydı.
76 model cipiyle bizim kapıya yanaştı. Çalış Ağabey’in dokuz metre boyunda büyük bir teknesi vardı. Balık avına gittiğini biliyordum ama kara avına meraklı olduğunu hiç bilmiyordum. Her zaman gülümseyen sakallı yüzüyle bana yine “Merhaba!” dedi. Cipin arka koltuğu oldukça dardı. Buraya diklemesine çiftesini uzatmıştı. Bu daracık alana oranla oldukça büyük bir benzin bidonunu görünce şaşırdığım dikkatinden kaçmamış olacak ki; arabayı kastederek “Bizim öküz su içmeden yürümüyor” diyerek bana ilk kahkahayı attırdı. Çalış Ağabey hayatı çok seven, kafasında yapmak istedikleri ve hayalleriyle ilgili büyük bir liste bulunan, bu listeyi hayata geçirmek için hayatın her anını değerlendiren; canlı, neşeli insan tipinin en güzel örneğiydi. Herkesin yaptığının aksine benimle askerlikte yaşanan olayları hiç konuşmadı. Konuyu kapatıp avda ve ileride yapacaklarımıza odaklanmamı sağladı.
Gittiğimiz yer, Karadağ Yarımadası’nın burnunda bir göl kenarıydı. Buraya otuzlu bir domuz sürüsü dadanmış, ekili bahçeleri mahvederek köylülerin hayatını kâbusa çevirmişti. Göl kenarındaki izlerden kalabalık bir sürü olduğu belliydi.
Çalış Ağabey oldukça şakacıydı. Her şey üzerinden espri üretebiliyor, yaşanan aksilikleri bir komediye dönüştürüyor, hayat denen zaman dilimiyle doyasıya dalga geçiyor, herkesin yapamadığını başararak eğleniyordu. Ödünç olarak dört tane kurşun alıp, aldığım kurşunların ikisini süper pozeye koyup gözüme kestirdiğim bir yere konuşlandım.
Nereden geldiğini hatırlamadığım bir kedi yavrusu vardı, tekirdi. İsim bulamıyorduk. Bu kedi kendi etrafında yuvarlanma şeklinde dönerek oynamayı çok seviyordu. O zamanlar çok meşhur olan Yılmaz Erdoğan’ın ‘Bir Demet Tiyatro’ oyununda, Mükremin’in kankası Tirbuşon aklıma geldi ve kedinin adı bu mahareti sebebiyle Tirbuşon kaldı.
Eski bir hamamı bara çevirmişti ve adını da uygun koymuştu: Hamam Bar!
Göl kenarının çeşitli yerlerine pusu atmıştık. O güne kadar bekte hiç domuz vurmamıştım. Bek avı benim ruhuma uygun bir av değildi. Bu avın nasıl yapıldığını da bilmiyordum. Belki de bilmediğim için yapamıyor, bu yüzden de domuz avından zevk alamıyordum! Bekle bekle, bir tane domuz gelmemişti. Bunun üzerine Çalış Ağabey, “Bunlar galiba içmeye gittiler. Hadi biz de içmeye gidelim” dedi! Bizi yine gülümsetti. Çandarlı’da bir bar işletiyordu. Ara sokaktaki eski bir hamamı bara çevirmişti. Adı da geçmişine uygun bir şekilde ‘Hamam Bar’ olmuştu. Çok da güzel müşterisi vardı. Tüfekleri ve eşyaları eve bıraktıktan sonra Özlem’i de alıp onun barına gittik.
Barda ilk dikkatimi çeken ‘barak’ ve ‘pointer’ kırması bir köpekti. Ben hayatımda bu kadar çirkin bakışlı bir köpek görmedim! Hırlamasına veya bir şey yapmasına gerek yoktu, köpeğin o ketum duruşu, çirkin bakışı insanı korkutmaya yetiyordu. Sanıldığının aksine canı yanmadıkça çok uysal bir köpekti. Lakin en önemli özelliği; gülümsemeye de benzeyen, lakin insanı korkutan, sakallarının içinden çıkan şekilsiz bir ağız ve tüylerin arasından görünen bir çift keskin göz: hülasa o çirkin bakış… Bar, o zamanın modası ‘şark odası’ tarzında döşenmişti. Böylesi hamam kültürüyle de oldukça örtüşüyordu. Her taraf eski püskü eşyalar, ibrikler, duvar halıları, buharlı bir ütü, kazan, çömlek vesaire ile doluydu. Bir de kapının girişine yakın geniş bir divan vardı. ‘Çakır’ bu divanı kendine mesken edinmişti. Çalış Ağabey’in söylediğine göre köpek, bu divana kimsenin oturmasından hoşlanmıyordu. Yanlışlıkla oturan kişiye havlamıyor, hırlamıyor, saldırmıyordu. Aksi takdirde zaten köpeği barda tutmak mümkün değildi.
Çalış Ağabey, çocukluğumuzdan beri tanıdığımız ressam bir büyüğümüzdü. Lakin karşıdan karşıya “merhaba” dediğim ama çok da samimi olmadığım bir ağabeyimizdi. 76 model cipiyle bizim kapıya yanaştı. Cipin arka koltuğunda büyük bir benzin bidonu vardı. Biz sormadan neden orada olduğunu anlattı: “Bizim öküz su içmeden yürümüyor!”
Çakır köpek, tahtına kim oturursa onu bir şekilde püskürtebiliyordu
Çalış Ağabey’in söylediği kadarıyla köpeğin kendisine göre garip bir ‘püskürtme’ yöntemi vardı. Önce divana oturan adamın yanına oturuyor, hiç temas etmiyor. Sonra yavaş yavaş kendisini yaslıyor, ara ara o sessiz ve çirkin bakışıyla adamı süzüyor, daha sonra adamın üstündeki baskısını gittikçe arttırıyordu. Sonunda adamı biraz öteye kaymak zorunda bırakıyordu. Aradan biraz zaman geçtikten sonra yeniden adama kendini yaslıyor, yeniden vücut ağırlığını olanca kuvvetiyle vermeye başlıyor, adamı biraz daha öteye gitmek zorunda bırakıyordu. Sonunda divanın ucuna gelince de adam, Çakır’ın kendisine ‘taht’ olarak belirlediği divandan kalkıp gitmek zorunda kalıyordu.
Uzun ve zevkli bir sohbetten sonra saat dokuz gibi Hamam Bar’dan kalkıp sahil kenarındaki Oğuz Ağabey’in mekanı Kum Bar’a geçiş yaptık. Barda bir masa dışında diğer masalar boştu. Pencere kenarına yakın bir masa da çok güzeldi, duvara yaslı güzel ve keyifli bir ‘şarki divan’ vardı. Özlem, Tolga ve Çalış Ağabey’ler hemen o divana koşup yeri kaptıkları için ben denize sırtı dönük bir sandalyeye yerleştim.
Adaşım Oğuz Ağabey uzun saçlı, renkli gözlü, hayatımda gördüğüm en nazik insanlardan birisiydi. Güzel gitar çaldığını söylediler. Gitarı duvarda asılıydı. Benim, gitardan çok aksi istikametteki duvarda asılı duran bağlama dikkatimi çekmişti. Çünkü o yıllarda Çandarlı’da barlarda türkü çalınması pek adetten değildi. Pop veya Rock çalınırdı. Bu yüzden sazı gördüğümde oldukça şaşırmıştım.
Çalış Ağabey hayatı çok seven, kafasında yapmak istedikleri ve hayalleriyle ilgili büyük bir liste bulunan, bu listeyi hayata geçirmek için hayatın her anını değerlendiren; canlı, neşeli insan tipinin en güzel örneğiydi. Herkesin aksine benimle askerliği hiç konuşmadı. Av ve ileride yapacaklarımıza odaklanmamı sağladı.
Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel, Seyrani gibi ozanları çalıyorduk
Masaya biralar söylenirken, ben sazı almak için Oğuz Ağabey’den müsaade istedim. “Elbette” dedi. Küçük ama tınısı çok güzel bir bağlamaydı. Barda çalışan Halil adlı bir çocuğa aitti. Akordu da oldukça bozuktu. Güzelce bir akord tazeledikten sonra ilk nameleri çalmaya başladım. Çok sevdiğim “Ah Bir Ataş Ver” türküsünün o ahenkli nameleri bir anda sazdan ve dudaklardan yükseliverdi. Sonra diğer türküler sökün etti. Ege, Orta Anadolu, Trakya… Hepsi birer birer sazda sırayla kendilerine yer buldu.
Derken sol arka masadan adını bile bilmediğim bir kişi, duvardaki gitarı alıp bana eşlik etmeye başladı. İki masa herkesin bildiği türkülerle sel olup coşuyordu. Askerlik süresince hiçbir perdeye basmayan parmaklarım, ‘İki keklik’, ‘Çamdan Sakız Akıyor’, ‘Dostum’, ‘Allı Turnam’ gibi türkülerin notalarını perdelerde bir bir bulup çalıyor; ‘Pir Sultan Abdal’, ‘Karacaoğlan’, ‘Aşık Veysel’, ‘Seyrani’ gibi büyük ozanların türküleriyle gittikçe açılıyordu. Bir süre sonra sağımızdaki solumuzdaki masalar da yavaş yavaş dolmaya başladı. Gelen dolu, soğuk bira şişelerinin, boşalarak geri giden boş şişelerin haddi hesabı yoktu. Garsonlar, arı gibi masalara içecek taşıyordu.
Saat on ikiye doğru saz çalmaktan yorulmuştum. Sazı masanın üstüne bırakıp biraz dinlenmek istedim. Birisi sol kolumu sert bir şekilde dürttü. Sonra kulağıma eğilen ses, “Sakın durma ağabey, devam et” dedi. Garsonun sesiydi. Eliyle arkada boş masa bulamadığı için ayakta türkü dinleyen otuz kişiye yakın kalabalığı gösterdi. Barın işlerinin iyice açıldığı, içecek yetiştiremedikleri ortadaydı.
‘Biraların müesseseden ama ne olur, çalmaya devam et Oğuz ağabey…’
Normalde hafta içi sıradan, sakin geçmesini bekledikleri bir gecede; ummadıkları bir müşteri akınına uğradıkları bir anda tabii ki sazın sesinin susmasını istemiyorlardı. Çocuk bana, “Biraların müesseseden. Ne olur devam et ağabey! Bir de karşı tarafa geç ki, herkes seni görsün” diyerek göz kırptı. Ben de arka masada oturan gitarcı arkadaşa dönüp boynumu bükerek beden diliyle, “Çaresiz devam edeceğiz” dedim. Sonra herkesi selamlayarak Orta Anadolu türküleri, Livaneli şarkıları bir bir akıp gitti. Gecenin sonunda noktayı ‘Jandarma’ koydu! Yaklaşık altı saat süren konser, topluluğun karşılıklı olarak söylettiğim ‘Bilmem Şu Feleğin’ türküsüyle ve askerlerin gülümsemesiyle sonra erdi. Büyük bir alkış tufanı koptu ve bu güzel gece böylelikle hafızalara kazındı.
O gece sabahın ilk ışıklarını görünceye kadar kumsalda muhabbet ettik. Kızlı erkekli kalabalık bir gruptuk. Çalış Ağabey’in kendine göre anlattığı komik hikayeler, bizleri kahkahaya boğmuş, bize unutulmaz bir gece yaşatmıştı. Onu takip eden günlerde yine kaç kere bara gittik, yine kaç kere saz çaldım, ancak hiçbirisi o gecenin tadını vermedi. Ertesi gün saat kaçta kalktığımı hatırlamıyorum ama öğleni bulduğu kesindi. İştahsızlık sorunum had safhadaydı. İki lokma ekmek yiyordum, bundan başka bir şey yemek içimden gelmiyordu. Ne var ki, hani derler ya ‘kır atın yanında bulunan ya huyundan ya suyundan…’ Çalış Ağabey ile takılalı; dert düşünmeyi bir kenara bırakmış, anı yaşamayı, kendin dahil her şeyle dalga geçmeyi, bulunduğum ortamı neşeli kılmayı öğrenmiştim.
Şunu açıkça söyleyebilirim ki; Çalış Ağabey bana iyi gelmişti.
Böylelikle insanın benlik sancısı daha da hafifliyordu. Aslında insanın en faydalı olabileceği kişinin kendisi olduğunu anlamaya başlamıştım. Neyden hoşlanıyorsam onu yapıyor, böylelikle günler su gibi akıp geçiyordu. Askerlik dönüşü hayattan zevk almama hali gitgide iyileşiyor, her şeye gülen neşeli bir adam kimliğine bürünüyordum. Şunu açıkça söyleyebilirim ki; Çalış Ağabey bana iyi gelmişti.
Küçük bir pompa enjektör bakımından sonra bizim tekneyi yüzdürmeyi başarmıştım. Çok da güzel balık çıkıyordu. Çalış Ağabey sabahlara kadar bar işlettiği için gündüzleri ortalarda görünmüyordu. Genelde geceleri onun yanına gidiyordum.
Günlerden bir gün Oğuz Ağabey’in barında otururken, Tolga’nın kız arkadaşı Bengi ile tanıştım. Biraz sohbet ettik. Kısa boylu, ince yapılı, Ankaralı, yazlıkçı, Kıbrıs’ta okuyan bir üniversite öğrencisiydi. Uyumlu, hoşsohbet bir kızdı. Ben balık muhabbeti açınca, “Beni de balığa götürsenize” dedi. O zamanlarda Çandarlı’da balık yemi satılmıyordu. Yem çıkartıp satan Süleyman Amcamız da ölmüştü. Dalyana gidip kendi yemimizi kendimiz çıkartıyorduk. Lakin araba olmadığı için dalyana kayıkla gitmek zaman alıyordu. Bu yüzden o gün değil yarın için sözleştik. Sabah her zamanki gibi dalyana yem çıkarmaya tek başıma gitmiştim. Güzel ve verimli bir alan keşfetmiştim. Yem çıkarmaya giderken yanıma şişleri, sepetleri ve zeytin yağlı çaputlarımı da alıyordum. Zeytin yağlı çaput, suyu ayna gibi yapıyor, sülünes deliklerini daha net gösteriyordu. Babamın yaptığı yeni şişler affetmiyordu. Toprak yüzeydeki deliklere soktukça hemen hemen hiç boş çıkmıyordu. İki güne yetecek yemi çıkardıktan sonra işi bitirip geri döndüm.
Teknenin arkasındaki o muhteşem parıltıyı gördüm. Büyük balık yakalamak ne büyük zevkti. Oltanın o ağır ağır gelişi, ne kadar usta olsa da her balıkçının yüreğinin güm güm atmasına vesile oluyordu. Kepçeyle aldığımızda bu hırçın balığın o kadar da büyük olmadığını fark ettik. Sonradan tarttırdığımızda 450 gram gelmişti.
Baktık ki balık yok, biz de mecburen erkenden demlenmeye başladık!..
Öğle yemeğinden sonra Tolga, Bengi ve ben balığa çıkmıştık. Hiç sevmediğim sert bir yıldız hava esiyordu. Bu havada rüzgâr hem tekneye giderken sağdan vuruyor, seyri zorlaştırıyor; hem de balık çıkmadığı için hevesim kaçıyordu. Haldere Koyu’nun burnuna oturduk, oltaları engin denize bıraktık. Uzun süre balık vurmadığını hatırlıyorum. Tolga kendi oltasına bakmaktan çok, yeni aldığı fotoğraf makinesiyle çekimler yapıyordu. Yeni hevesle, gördüğü her şeyin fotoğrafını çekiyordu.
Iskaterilar teknenin arkasına ‘sallamalık’ dediğimiz kurşunsuz oltaları atmak suretiyle ve sardalye yemi kullanılarak yakalanıyordu. Kayığın arkasındaki bağlama demirine içi boş olta kasnağını bağlıyorduk, balık vurunca bu kasnağı fır döndürüyordu. Böylelikle ilkel bir alarm sistemiyle balık yakalanıyordu. Ne var ki bende sardalye yoktu, kullandığım oltaların da tamamı mantar kasnaktan oluşuyordu. Böyle bir düzenek için elimde hemen hemen hiçbir şey yoktu. Boş boş otururken aklıma bir şey gelmişti. Büyük balığın gözü aç olur. ‘Ne kadar iri yem, o kadar büyük balık’ ilkesinden hareketle; irice bir sülünesin içini çıkartıp sallamalık bir oltaya iyice doladım. İkinci iğneyi de aynı şekilde bağlayarak kurşunsuz denize bırakıverdim.
Bizim teknenin arkasındaki bağlama demirine bir kez dolayıp mantara da sıkı bir düğüm atıp, balık çektiğinde denize düşmesin diye teknenin içine atıverdim. Beş metre kadar da kalama bıraktım. Tolga ile sağlı sollu oturuyorduk, arkada da Bengi vardı. Ona dedim ki, “Bu olta gerilirse bana haber ver.” Daha başka ne yapılabilirdi ki! Balık olmayınca yanımıza aldığımız biralarla demlenmeye başladık. Akşam yaklaşıyordu. Ansızın benim aşağıya bıraktığım olta geriliverdi. İri bir ‘karagöz’ sepetteki yerini buldu. Tolga ile Bengi’ye bir şey vurmuyordu, ancak her attığımda benim oltaya ya ‘karagöz’ ya ‘mercan’ ya ‘istavrit’ vuruyor, olta boş çıkmıyordu. Balık iyice hızlanınca, onlar da balık yakalamaya başladılar. Zaman zaman arkaya dönüp arkadaki sallamalık oltaya bakıyordum, ama bıraktığım düzenek olduğu gibi duruyordu. Atıp çekmekten kolum yoruldu diyebilirim.
Gopes gittikçe hızlanmıştı… Benim gözüm ise sadece arkadaki oltadaydı
Bir tepsiye yakın balık yakalamıştık. Balık o kadar hızlanmıştı ki, artık yetiştiremiyorduk. Bengi balık yakalıyor, kahkahalar atıyor, ancak tuttuğu balığı iğneden çıkartamıyordu. Bu yüzden bize “Olta” diyordu! Ya Tolga ya da ben balığı çıkartmakta yardımcı oluyorduk. Bir yandan da kendi oltalarımıza aynı muameleyi yapıyorduk. Şiddetli rüzgârda zaman zaman oltalar karışıyor, karışan oltaları açmak zaman alıyordu. Bu karmaşada ben arkadaki oltayı unutmuştum. Bengi yine “Olta” dediğinde, irice bir gopesi çekmekle meşgul olduğum için “Bekle” dedim. Bengi yine sırtımı dürterek “Olta” diye ısrar etti. Balığı tekneye çektim, sepete attım. Yakaladığı balığı iğneden çıkarmak için Bengi’ye döndüm ki, ne göreyim! Bengi balık yakalamamıştı. “Olta” diyerek eliyle arkaya bıraktığım sallamalığı işaret ediyordu.
Olta, gitar teli gibi gerilmişti. “Kızım söylesene” dedim. “Söyledim ya” diye cevap verdi! Gopezin de geldiğini hatırlayarak Mehmet’in söylediklerini aklımdan geçirdim. Bunun kesin ıskateria olduğu konusunda şüphem kalmamıştı. Hemen oltaya atıldım. Ucunda balık vardı, ağır ağır geliyordu, arada sert bir vuruş yapıyor olsa da 0.40 olta ile şansı yoktu.
Derken teknenin arkasındaki o muhteşem parıltıyı gördüm. Büyük balık yakalamak ne büyük zevkti. Oltanın o ağır ağır gelişi, ne kadar usta olsa da her balıkçının yüreğinin güm güm atmasına vesile oluyordu. Kepçeyle aldığımızda bu hırçın balığın o kadar da büyük olmadığını fark ettik. Sonradan tarttırdığımızda 450 gram gelmişti. Gopeslerin verdiği heyecanla iri bir sülünesi daha dolayarak mavi sulara oltayı bıraktım. Tolga’ya balıkla bir fotoğraf çektirmek ve anı ölümsüzleştirmek istediğimi söyledim.
Halbuki en önemli kare henüz gelmemişti!
Gopes gittikçe hızlandı. Gözüm arkadaki oltadaydı. Her an vuracak diye içim hop hop ediyordu. Tolga’nın uzattığı bira havada kaldı. Olta zank diye gerilivermişti. Bu sefer kalamayı aldığı gibi mantarı da havaya kaldırarak askıya almıştı. Elimde ne varsa olduğu gibi bırakarak oltaya koştum. Olta çok gergindi. Sanki aşağı takılmış da gelmiyormuş gibiydi. Lakin oltanın ucundaki burkulmaları, zorlamaları, elime verdiği güçlü esnetmeleri hissedebiliyordum.
Balığı gördüğümüzde üçümüz de aynı anda bağırdık: “Oha!..”
Yavaş yavaş teknenin arkasına doğru gelirken aniden bir geri vuruş yaptı, o kadar sertti ki geri bırakmak zorunda kalmıştım. On metre kadar gittikten sonra oltayı yeniden kastım. Anlaşılan henüz yorulmamıştı. Kendini benim ellerime kolayca teslim etmeye niyeti yoktu. Ağır ağır geliyordu. Aniden geliş yönünü teknenin burnuna doğru çevirdi. Olta boşaldı ve altımdan geçti. Hemen boşluğunu aldım. Daha da hızlanmasına müsaade etmedim. Balık oldukça güçlüydü. Bu büyüklükteki bir balık için 0.40 olta riskliydi. Bu yüzden balığın ani vuruşları karşısında parmaklarımın arasından oltayı sağdırıyor, sonra debriyaj etkisiyle bıraktığım oltayı tekrar geri çekmeye başlıyordum. Bu mücadele uzun sürdü. Bana saatler gibi geldi. Bıraktığımız diğer oltalar karışmıştı ama umurumda değildi. Bu balığı kaçırmak istemiyordum. Hava kararmış, balık iyice yorulmuştu. Daha bir parıltısını bile bize göstermemişti. Daha sonra ani bir dönüşle teknenin arkasına vurdu. Teknenin pervanesine dolandırmak istemiyordum. Hemen boşluğunu aldım. Balık gücünün tükenmesiyle birlikte artık eski direncini, umudunu kaybetmiş, kaderine boyun eğmeye başlamıştı. İlk parıltıyı görmemizle birlikte ağzımızdan “Oha” sesleri yükselmeye başladı.
Tahmin ettiğim gibi büyük bir ıskateriaydı bu. Balığı teknenin kenarına getirdiğimizde kepçeye girmediğini fark ettik. Kürek gibi kanırtarak içeriye attık. Balığın muhteşem parıltısı, ağzını açıp açıp soluması, zaman zaman çırpınması, üzerindeki yarık yarık çizgiler bizi kendisine hayran bırakmıştı. Tamı tamına beş kilo iki yüz elli gramdı. Tolga’ya bu balıkla fotoğraf çektirmek istediğimi söylediğimde, büyük bir hayal kırıklığı ile karşı karşıya kaldım. Makarada ne kadar film varsa hepsini tüketmişti! Dedim ki, “Oğlum bugün çekmen gereken fotoğraflardan hiçbirisi bunun kadar önemli değildi…”
Tolga fotoğrafımı çekti ve anı ölümsüzleştirdi. Halbuki en önemli kare henüz gelmemişti! Arkadaki olta yine zank diye gerildi. Balık çok güçlüydü ve 0.40 olta riskliydi. Çok dikkatliydim. Hava kararmış, balık iyice yorulmuştu. Gücünün tükenmesiyle birlikte kaderine boyun eğmeye başlamıştı. İlk parıltıyı gördük ve şu yorumu yaptık: “Oha!”
O balığı kaç kişi yedik, bilmiyorum. Ancak balığın bitmediğini biliyorum!
Balık avı bitmişti. İçimizde muhteşem bir işi başarmanın sevinciyle limanın yolunu tuttuk. Balığı o gece kaç kişi yedik hatırlamıyorum ama sofrada hâlâ balık kaldığını hatırlıyorum. Ben yine iştahsızlık sebebiyle fazla yiyememiştim. İçilen rakıların, yapılan esprilerin, keyifli sohbetlerin ardından bu gece de son bulmuştu. Dedem Korkut gelip ansızın göründü. Balık yenilen sofraların, geride kalan yenilmemiş taze meyvelerin, boşalan bardakların ardından şu maniyi düzdü;
Kimi sevda yaman, kimi yavandır,
Avcının tutkusu, avınadır.
Her nerede tutulursa tutulsun,
Büyük balığın macerası başkadır…
Bu maniyi düzdü ve gitti.
Av açılmıştı ama tek tük birkaç bıldırcının dışında kanat yoktu. Ansızın Ömer Ağabey’den akşamüstü gelen bir haber, bizleri heyecanlandırdı. Sanki gök yarılmış yağmur olup ovaya bıldırcın yağmıştı. Akşam üstü Çalış Ağabey’in çirkin bakışlı Çakır’ını alıp ovanın yolunu tutmuştuk. Nasıl bir av mı oldu? Onu da sonra anlatalım, çünkü o başka bir hikâye.
Başka bir hikâyede görüşmek ümidiyle… Şimdilik kalınız sağlıcakla…